ŞİMDİLİK..........................................
ilk denemesinde ağ istemeyecek kadar kendinden emin yaşamış-ya da öyle sanmış- bir ip cambazı gibiyim. şimdi üstünde zorlukla dengede kalabildiğim bir ipin üstünde duruyorum. yanımdan geçebilecek bir serçenin çıkarabileceği olası bir rüzgarla düşmeyi bekliyorum. korktuğumu hissedebiliyorum ama düşmekten değil galiba. düşmek yerçekimine karşı ne kadar eylemsiz olsa da benim için yorucu. diğer herşey kadar...hem sonra belirsizlik de var. aşağıda ne olduğunu bilmiyorum. yeni bir şeyler öğrenebilecek kadar öğrenmekten de öte alışabilecek kadar gücüm yok. işte bu tam da umutsuzluk denilen yer olsa gerek. alışmak diyorum hiç düşünmeden çünkü aslında en derinden bildiğim bir şey var -yada bildiğimi sandığım- hep o düştüğüm yerde kalacağım inancı. tam bunu düşünürken de umutsuzluk saklamaya çalıştığım yerden ısrarala uzanıp ''kalsan ne olur ki'' diyor. ''yukarda ne vardı sanki''. ''bir ipin üstünde öylece duran bir zavallı'' -ki bizler buna bilimsel olarak değersizlik düşüncesi diyoruz- . nasıl bir dimağ insana kendisi için zavallı dedirtir acaba. kendimle ilgili bu güne kadar biriktirdiğim onca değer sadece bir hormondan ibaretmiş yani. ne kadar sanal o zaman kendim diye bilegeldiğim şey. bilimsel bir isim verip her anını terimlerle adlandırabildiğimiz bu durum ,sadece bizi rahatlatıyor. tanıdığımızı anladığımızı sanıyoruz- çünkü insan en çok isimlendiremediği,anlayamadığı şeyden korkuyor- nesnelerin, kişilerin,duyguların dünyasında herşeyin bir adı olmalı bizim öznel dilimze çevrilmiş,bunun adı bu diyebilmeliyiz ki ürkütücü olmaktan kurtulsun. tüm gücünü toplamış üstümüze saldırmak üzere olan biri eğer şizofreni diye adlandırabiliyorsak ,sadece baş edilmesi gereken tıbbi bir durum, ama ya aynı insanı aniden evimizde görsek ve isimlendiremesek işte size dehşet. dehşet anından sonra yaşayabileceğimiz olası tüm ruh halleri de travma sonrası stres bozukluğu, yani tanıdık bir durum...oysa anlamak heleki bir ötekini anlamaksa gaye bizim isimlendirmemizle olmuyor. ötekinin öznel dilindeki anlamını görmekle oluyor. değersizlik,suçluluk,umutsuzluk,anhedoni,referans algı... bunlar bizim için geçerli anlamlar. ya öteki için. tıpkı ağrı gibi. yoo aslında işte tam da ağrı gibi. başım ağrıyor deyince öteki anlayabildiğimiz, hissedebildiğimiz,hatta nasıl bir ağrı diye sorduğumuzda aldığımız''sıkıştırıcı,batıcı,zonklayıcı..'' tanımlarının hepsi ancak bizim daha önce yaşadığımız ağrı oluyor. bizi sıkıştıranın başkasını zonklatmadığı meçhul. ağrıyı anlayamasak da duygusunu tanırız !öyle mi? hangi duyguyu? dehşet,üzüntü,sıkıntı,rahatlama...hangisi? kim başı ağrıyınca hangisini hisseder? ya da herkes her zaman aynısını mı hisseder?
karşımızda kendisine zavallı diyen bir insan var. peki biz hiç zavallı olduk mu? olduk diyelim ne demek zavallı bizim için? onun için ne demek? değersizlik düşüncesi deyince sorun çözülüyor mu? ne demek değersiz? bizim için ve onun için.anlamak sanırım çok ciddi bir çeviri işi. her iki dile de hem kendi hem ötekinin diline hakim bir filoloji uzmanı olmak lazım. ve bir yazını ne kadar doğru çevirirseniz çevirin asla ilk kaynağındaki anlamını tam olarak veremeyeceğini baştan kabul ederek.
hep daha kötüsü ne olaki derken insan daha kötüsünü görüyor. gün boyunca sürekli bir teyakkuz halinde durmak.bir an kendini bıraksan milyarlarca parçaya ayrılacağını ve her bir parçanın evrenin herhangi bir yerinde dağılmamak için dönüp duracağını hissettmek. sona acının keskin,nefes aldırmayan tadı. etrafızındaki hava boşluğunun yerine geçen çamur renginde,sıvaşık,ağır bir tabaka gibi tüm çevrenizi kaplayan bir acı. her hareketinizi ağırlaştıran,zorlaştıran,üstünüzden sıyırıp atmaya çalıştıkça ellerinize yapışıp kalan o alaşım. ilk zamanlar tüm gücünüzle dağılmadan,üstünüzden atmaya çalıştığının bu şey-artık şey olmaya başlıyor yavaş yavaş isimlerin güvenli dünyasından ayrılıyor- bir bakıyorsunuz etrafınızdaki tek şey olmuş. hatta bir süre sonra sizi seven tek şey olduğunu düşünüyorsunuz. herkes çok çok uzakta kalıyor.-bir yandan aklın hala sağlam kalan kısımları kimsenin uzaklaşmadığını yerlerinde durduğunu sizin kendi içinizde çok ötelerden baktığınız için öyle gördüğünüzü söylüyor,- ama akıl işte artık sizin için çok kaygan bir satıh- hareketlerinizi ona göre ayarlıyorsunuz . savaşmaktan,silkelenmekten,sıyırıp atmaya çalışmaktan vazgeçiyorsunuz. yavaş,ağır,donuk,mat bir dünyada yeni bir düzen tutturuyorsunuz kendinize, o şey için yeni bir isim bulmaya girişiyorsunuz. ''ben zaten bunu hakettim'' ''bana bu bile fazla'' ''niye beni sevsinler ki?'' bu isimler ,bu gerekçeler de çok acı ama olsun isimleri var. bir süre, bu bir ceza ve süresi dolunca tahliye olacağım diyorsunuz. sonra bir sabah o kaygan satıhtaki kaypak hakim tok sesiyle ''müebbet '' diyor. önce telaş içinde sağlam kalan yerlerinizle- ve ne garip insan yine de tüm bu olanların dışında kalanlara sağlam diyor inatla,içgörü diyoruz ya!- olamaz bu kadar ne yapmış olabilirim diyorsunuz. hemen bir koşu geçmişin çuvallarını çıkarıyorsunuz kilerden, tabi bu arada telaş içindeyken kileri de darmadağın ediyor insan dosyalar,evraklar,sesler,fotoğraflar karışıyor birbirine.her biri ait olmadığı bir başka anının yanına ekleniveriyor. zaten suçluluğunu baştan kabullenmiş sadece cezasını hafifletmeye çalışan sanığın sakar telaşıyla herşeyi inceliyorsunuz dip bucak ve ne kadar dağınık bir kilerde olduğunuzu da unuttuğunuzdan -yine içgörü ama artık yavaş yavaş bunun ismi değişiyor ve bahane uydurma oluyor-bir bakıyorsunuz ki değil müebbet idammış hakettiğiniz. iyi de bu sıvaşık çamur bırakmıyor ki insan çekiversin ipini. eliniz kolunuz öyle ağır ki! keşke diyorsunuz biri kuruverse şu darağacını da itiverse sehpayı...çünkü siz artık bunu bile yapmaktan aciz bir zavallısınız. ne rezil bir insan olduğunuza tam anlamıyla kanaat getiriyorsunuz ;ölmeyi bile beceremeyen bir sefil.bilim sahiplerinin iştahsızlık , uykusuzluk dediği şey sizin kendi adınıza bir parça onurlu olabilme savaşınız aslında. böyle bir insan hangi hakla uyur,yer. bu kadarda mı utanman kalmadı? ölemedin bari suçunu bil edebinle yaşa bundan sonra. sen ne kadar kendini kandırsan da herkes biliyor zaten senin kilerinde olanları. gizli kalır mı sandın? en iyisimi sen onurunu kurtar. gün boyu oturup haklı olarak şu senin pis kilerini konuşanların karşısına çık ''evet ben böyle biriyim! artık bana selam vermeyin,konuşmayın benimle,seviyormuş gibi yapmayın. biliyorum siz iyi insanlarsınız benim gibi bir zavallıya bile merhamet ediyorsunuz yine de affetmeye çalışıyorsunuz ama yapmayın,ben bunu haketmiyorum '' deyiver. -ve bilim sahipleri psikotik özellikli birşeyler der- ve günler böylece geçer,geceler de uyuduğunun farkında olarak uyuduğun geceler....
daha kötü ne olabilir ki? hep bu sorunun ardından gelir işte daha kötüsü.tatların,renklerin,seslerin,duyguların velhasılı isimlerin dünyası terkeder insanı yavaş yavaş. daha az önce içiniz kasıp kavuran o acıya bile tutunamaz olursunuz. o kekre tad ,o sıvaşık çamur,suçluluk,vicdan azabı,açlık,uykusuzluk,ne olursa olsun ismi olan herşey terkeder insanı. keşke bir tad olsa bir renk ,bir şey olsa ne olursa olsun ismi olan bir şey.yok işte kelimelerin teker teker anlamsızlaştığı sağır ve dilsiz bir dünyada kalakalır insan. yeni bir dil yaratmak belki de ama artık evinin yolunu bulamayan, kardeşinin ismini bir an hatırlayamayan biri olarak hangi bellekle hangi yeni dil-yine bilim sahipleri girer devreye bilişsel fonksiyonlarla ilgili bir takım terimsel açıklamalar yapar- en iyisi yine de kayıtsızlık demek ,kepekli elma tadında kiremit kırmızısı renginde...tek renkli tek duygulu tek tadlı bir dünyada kaybolmak. ölmekten bile vazgeçmek. yazının bile bittiği yere gelmek.artık gerçekten daha kötüsü yok.
ne olur da insan birine artık bana yardım et demeye karar verir. elmadan mı kiremit kırmızısından mı sıkılır. ama sıkılabilecek kadar kayıtlı değildir ki bu dünyaya.kaybolmuş olmaktan mı bıkar? ama zaten artık başka bir mekan,başka bir zaman kalmamıştır ki ceplerinde. içten içe bir ses hastalık bu başka bir şey değil mi der? belki de acıyı özler. ne olursa olsun adı olan bir şeyi acıyı. ama artık ne kiler kalmıştır,ne değer,ne suç ne ceza. kendini kanatmaz insan acıtamaz,hiç bir silahı yoktur. o kadar kaybolmuşken ne bulsun da ne yapsın?işte gelinebilecek bir daha kötü daha. canını acıtmak için ötekine muhtaç olmak. en iyisi kanser olmak galiba. evet evet hazır şurda durup duran bir kitle varken hemen doktora gidip acı gerçeği (!) öğrenmek. bir sürü tahlil tetkik,ilaç,şua,gerçekten acı çekmek. bir umut koşar insan ve işte asıl acı gerçek sağlam olduğunu öğrenmek. zaten saçmadır böyle bir beklenti bedenin acısa da ruhun kaybolmaya devam eder. şöyle bir düşünüp bulursun canını acıtabilecekleri. seni en iyi tanıyanlara saldırırsın,aksi,ters,huysuz bir şey olup çıkarsın.-artık kendine şey diyecek kadar kaybolmuşsundur-inatla alttan alırlar anlamazlar derdini.biraz çıtlatıversen hal-i ahvalini teselliler başlar. sanki sen istesen kendini teselli edemezmişsin gibi.sanki bunu daha önce yapmamışsın gibi. oysa ki sen teselliye değer bir acın bile olmadan gün çürütmektesinidir. hatalarını bilen birine gidersin,ben böyle yapmıştım diye hatırlatırsın,canın sağolsun der herkes hata yapar. işte insanın bir dil uzmanı olsa karşımda keşke diye bir kez daha hayıflanmasıdır.kimse görmez acıyı bile özleyecek kadar silindiğinizi.-adınızı anksiyeteye,ajitasyona bağlar geçerler-
.............................................
insanı bir uzmana götüren de iki farklı dürtüsü olur bu noktada. en yüzeyde herşeyi anlatmak ve size ne kötü bir insanmışsın sen diyen bakışları görmek.bir bilenin sizin kötü olduğunuzu kabul etmesi ve tekrar içinizin burkulması. ama bir yandan da arada sırada yüzünü gösteren,hemen kovduğunuz o arsız çocuk: belki de bunların tümü bir hastalık derler. ne derse desin ama bir isim, bir tat ,bir renk versin.avcunun içine ağırlığı,yüzeyi,ısısı olan bir nesne bıraksın. bu uçsuz bucaksız alanda senden başka bir nesne daha olsun.tutabildiğin,tutunabildiğin bir şey olsun.kimse sana ne iyi ne kötü der halbuki ama artık senden başka bir nesne daha vardır avucunun içinde,her sabah eline alıp bir miktar suyla içmen yutman gereken.
ilk denemesinde ağ istemeyecek kadar kendinden emin yaşamış-ya da öyle sanmış- bir ip cambazı gibiyim. şimdi üstünde zorlukla dengede kalabildiğim bir ipin üstünde duruyorum. yanımdan geçebilecek bir serçenin çıkarabileceği olası bir rüzgarla düşmeyi bekliyorum. şimdi o kadar da korkmuyorum düşmekten. henüz ne anladığını yada anlayıp anlamadığını bilmiyorum. ama dilimi diline çevirmeye çalışan birini görüyorum. benim yapamadığımı benim adıma yapan biri. dışımda kalıp içime bakmaya çalışmak. benim için çünkü artık dışım,içim,ben ,ben olmayan karmakarışık. nerde başlayıp nerde bittiğimi bilmiyorum. ihtiyacım olan şeyi ben bilmezken,yanlış bilirken bilen biri. iyi olmak,kötü olmak,suçlanmak ya da yüceltilmek, haklı yada haksız bulunmak değilmiş. sadece anlaşılmaya çalışmak,kendince olduğu kadar bence de uygun bir dille isimlendirilmek.şimdi düşebilirim artık. çünkü korktuğum aşağıda olmak,öğrenmek ya da alışmak değil,aşağıyı anlatamamakmış. ben ağ istemiyorum hala. sadece ya göçmen kuşlar geçse de yanımdan bu ipte kalmak,kalabilmek ya da aşağıya beraber bakabilmek. çünkü hala o kaygan satıhta bir daha asla eskisi gibi yerküreye ayaklarımı basabileceğime inanmıyorum.şimdilik
>